Libya Tezkeresi hakkında Mecliste flaş açıklama!

İYİ Parti Milletvekili Ahmet Kamil Erozan Libya Tezkeresi hakkında TBMM kürsünde flaş açıklamalarda bulundu; Erozan şu açıklamaları yaptı;

Biraz evvel Sayın Başkan sizlere önümüze gelen tezkerenin gerekçesini okudu ama doğru, sağlıklı bir karar verebilmek için o tezkeredeki bilgilerin bir, eksiksiz olması lazım; iki, doğru olması lazım. Dolayısıyla, dinlediğimiz versiyonun ben size başka bir gerçeği sakladığını belirterek birkaç bilgi vermek isterim.

Biliyorsunuz, Kaddafi 20 Ekim 2011 tarihinde öldürüldü ve Libya bir karışıklık ortamına girdi. Biraz evvel gerekçede de ifade olunduğu üzere, 17 Aralık 2015 tarihinde “Suheyrat Anlaşması” diye -Fas’taki bir şehirdir- bir anlaşma imzalandı ve bu anlaşmayla 2 tane -1 tane değil, 2 tane- meşru organ kuruldu: Bunlardan bir tanesi sözü edilen Ulusal Mutabakat Hükûmeti, diğeri Temsilciler Meclisi; ikisi de meşru. Bunlardan Ulusal Mutabakat Hükûmeti Trablus’ta, Temsilciler Meclisi ise Tobruk’ta; bu ikisi, bir arada çalışmak ve Libya’nın geleceğini şekillendirmekle görevlendirildiler. Bu anlaşmanın 1’inci maddesinin (4)’üncü fıkrasında şöyle bir ifade var: “Ulusal Mutabakat Hükûmetinin görev süresi Temsilciler Meclisinden güvenoyu aldığı tarihten itibaren bir yıldır. Bir yıl içerisinde anayasanın tamamlanamaması hâlinde, bu süre ilave bir yıl daha otomatik olarak uzar. Her hâlükârda hükûmetin görev süresi, Libya Anayasası’na göre, yürütme otoritesinin oluşturulması veya belirtilen görev süresinin sona ermesiyle nihayet bulacaktır.” Yani -o süreç başarısız olmakla birlikte- 17 Aralık 2015’te kurulan bu düzen 17 Aralık 2017’de sona ermiştir. Ondan sonra ne Meclis ne Ulusal Mutabakat Hükûmeti meşru değildir ama fiilen vardır. Dolayısıyla hiç kimsenin bugün “Ben meşruyum.” demek için hukuki bir zemini yoktur.

İkincisi: Türkiye, böyle bir otorite boşluğu içine düşmüş Libya Hükûmetiyle -tırnak içine alınması gerekirse- 27 Kasım 2019 tarihinde 2 anlaşma -anlaşma da dememem lazım çünkü bunlar mutabakat muhtırasıdır- imzalamıştır: Bunlardan bir tanesi deniz yetki alanıyla ilgili, diğeri Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası. Bunların her ikisi de Meclisimize geldi. Bu metinlerde “anlaşma” denilememiş olmasının temel bir sebebi vardır çünkü o Suheyrat Anlaşması’na göre, bir anlaşma imzalanırsa bunun Mecliste onaylanması lazım, hâlbuki Meclis Tobruk’ta dolayısıyla bunun onaylanması mümkün değil. “Bunun ismi ‘anlaşma’ olamıyor, bari ‘mutabakat muhtırası’ koyalım.” demişlerdir ve çakma -tırnak içinde söylüyorum- bir onay sürecinden geçirmişlerdir. “Çakma” dediğim, oradaki Başkanlık Konseyine “Sen şunun altına 2 tane imza atıver kardeşim.” diyerek hukuk dışı diyeceğim -onun için “çakma” kelimesi kullanıyorum- bir süreçle bu metin onlar açısından yasal hâle gelmiştir.

Biz İYİ PARTİ olarak deniz yetki alanı mutabakat muhtırası 5 Aralık 2019 tarihinde TBMM Genel Kuruluna geldiğinde “evet” dedik. Niye “evet” dedik? Çünkü Türkiye’nin “Doğu Akdeniz’in en batı coğrafyası” diyeceğimiz noktada da birtakım hakları olması gerektiğine inandığımız için. Ancak şöyle bir durum var: O deniz yetki alanı mutabakat zaptı veya muhtırası Akdeniz’in ortasında, doğu-batı aksında 18,6 deniz millik bir çizgiden ibaret yani Türkiye sahilleri ile Libya sahillerinin ortasından geçen bir hattan bahsediyoruz. Bu hattın doğu ve batıdaki ile kuzey ve güney istikametindeki yan ve dikey çizgileri koordinatları belirlenmiş olsa da meçhuldür. Şunu demek istiyorum: Ortada bir çizgi var, onun bittiği (A) noktası var, (B) noktası var; doğuya giderseniz Mısır var, batıya giderseniz Tunus var. Bu 2 yan çizgi belirli olmadığı için o, denizin ortasında bir çizgi olarak kalmıştır, bir anlamda farazidir, başka bir sebeple bunu söylüyorum. Bu, bir münhasır ekonomik bölge anlaşması da değildi ve Türkiye’nin, KKTC’yle vardığı münhasır ekonomik bölge anlaşması dışında Akdeniz coğrafyasında hiç kimseyle bir münhasır ekonomik bölge anlaşması yoktur. Kaldı ki bu deniz yetki alanı mutabakat muhtırası Komisyondan geçerken Komisyon metninin içinde yazıyor “Bu bir münhasır ekonomik bölge anlaşması değildir.” diye ama iktidar bunu münhasır ekonomik bölge anlaşması olarak kamuoyuna yansıttı ve onun üzerine müteakip etapları oynadı. Daha da kötü bir durum var; bu 18,6 millik çizginin -denizin ortasındaki çizginin- güneye doğru uzattığınız zaman iz düşümü maalesef Sirte-Cufra hattının doğusuna düşüyor yani Ulusal Mutabakat Hükûmetinin -yetki alanı demeyeyim ama- fiilen kontrol etmediği bir coğrafyaya düşüyor.

Üzerinde başka hikâyeler anlattınız tabii, onun için doğruları söylemek durumundayım. Dediniz ki: “Biz, bunu Birleşmiş Milletlere gönderdik, Birleşmiş Milletler bunu tescil etti.” Şimdi, bu “tescil etti” kelimesinin İngilizcedeki karşılığı bambaşka bir şeyi ifade ediyor. Bu, gelen evrak kaydı demektir. Yani bir yere postayla da mektup gönderseniz, iadeli taahhütlü de yapsanız oraya kayda geçiyor ama o kayda geçiş ne içerik ne başka bir anlamda o belgeye hukuki bir değer kazandırmıyor. Niye? Çünkü bu coğrafyada Mısır ile Yunanistan da anlaşma yaptı, onlar da tescil ettirdiler.

Bu coğrafyada İsrail, Kıbrıs Rum Yönetimi ile anlaşma yaptı, kayda geçirdi. Ne oldu? Yani Birleşmiş Milletler “Burası Türkiye ile Libya arasında parsellendi. Siz buraya bir şey yapamazsınız.” Diyor mu? Demiyor. Nitekim, bizim 18,6 millik çizgimizin üstüne Mısır ile Yunanistan’ın yaptığı anlaşma geldi oturdu. Nedir Mısır ile Yunanistan arasındaki anlaşma? 26’ncı boylam Girit hizasından geçer, 28’nci boylam Rodos Adası’ndan geçer dolayısıyla 2 boylamı kapsayan bir kuşağı Mısır ile Yunanistan paylaştı ve bu bizimkinin üstünde. Şimdi, Birleşmiş Milletlerin “Bir dakika, Yunanistan ile Mısır siz ne yapıyorsunuz? Orası Türkiye’nin. Bakın, orada çizgisi var, arsa parsellendi.” dediğini duydunuz mu? Duymadınız; onu da tescil etti.

Demek ki tescilin hiçbir anlamı yok. O tescil üzerinden ileriye yönelik olarak -tezkerenin gerekçesinde olduğu gibi- sanki o coğrafyanın da korunmasına matuf bir çaba içinde olunuyormuş gibi bir algı operasyonu yaratmanın anlamı yoktur. Başka bir şey var. Yani önümüzdeki günlerin neler doğuracağını bilmiyoruz ama Libya’daki -artık siz isterseniz kardeşleriniz deyin- kardeşlerimizin kötü bir alışkanlığı vardır. Onlar bizim gibi böyle yıllarca müzakere etmek, gecelerini gündüzlerine katıp bir çözüm üretmek gibi bir reflekse sahip değillerdir. Bunun 2 örneği var. Uyuşmazlıklar sadece Türkiye’yle ilgili değil, Libya’nın Malta ile de Deniz Hukuku Sözleşmesi çerçevesinde uzlaşmazlığı vardı. Ne yaptılar? Libyalılar uğraşmaz, Uluslararası Adalet Divanına gönderdiler, oradan ne çıkarsa “Şeriatın kestiği parmak acımaz.” dediler, kabul ettiler.

Bitmedi, Libyalılar, aynı şekilde Tunus’la olan anlaşmazlıklarını da oturup müzakere etmediler, gönderdiler Uluslararası Adalet Divanına, oradan ne çıkarsa kabul ettiler. Bunu niye söylüyorum? Siz güvenmeyin yani bugün bir ulusal mutabakat hükûmeti var, karşılıklı paslaşıyoruz, destekleşiyoruz, kankayız diyebilirsiniz ama geleceğin ne olacağını bugünden kestirmek mümkün değildir ve günü geldiğinde o Libya Hükûmetinin Yunanistan’la “Uluslararası Adalet Divanına gidelim.” diye bir mutabakata vardığını duyarsanız hiç şaşmayın. O anlaşma, maalesef her ikisi de Deniz Hukuku Sözleşmesine taraf olduğu için, Deniz Hukuku Sözleşmesi temelinde oluşur ve biz neye uğradığımızı şaşırırız.

Güvenlik ve Askeri İş Birliği Anlaşması -arkasından, aynı tarihte imzalandığı için söylüyorum- geldiğinde deniz yetkiye “Evet.” dediğimiz hâlde ikincisine “Hayır.” dedik. Sebebi de gayet basit -ben burada söyledim, Sayın Muş oradaydı, Volkan Bozkır buradaydı- anlaşmanın metinleri birbirine uymuyor, İngilizcesi, Arapçası, Türkçesi birbirini tutmuyor o anlaşmanın. Artı, içinde hepimizi tedirgin eden “Güvenlik kuruluşlarının sivil personeli.” diye bir cümle vardı. Neyin nesidir bu dedik, hiç kimse onun cevabını veremedi.

Hatta bir adım daha öteye gideyim, ya bu acaba bir tezkere mi yani ismi tezkere değil ama cismi tezkereyi andırıyor “Bu bir tezkere midir?” sorusunu sorduk. Çok enteresan bir cevap geldi Sayın Cumhurbaşkanından “Yo, bu tezkere değildir. Bizden bir talep olursa -Libya tarafından- bunun da gereğini yapacağız.” dedi. Sayın Cumhurbaşkanı bu Meclisi yok saydı, onu söylememesi lazımdı. Sayın Cumhurbaşkanının “Bir tezkere gelirse, bakacağız, yollarız Meclise.” demesi lazımdı yapmadı.

O tezkere geldi, bugünkü uzatma arayışında olduğumuz tezkere, geçen sene 2 Ocakta geldi ve 2 Ocakta bu konuşulurken… Daha doğrusu o geldi, Sayın Çavuşoğlu, bizleri ikna etmek için muhalefet partilerini dolaştı, bize geldi -Cumhuriyet Halk Partisine de gelmiştir büyük ihtimalle- ve o geldiği toplantıda biz kendisine birtakım sorular sorduk ki alacağımız karara zemin teşkil etsin diye. Şöyle bir soru sorduk: “Sizin en kötü durum senaryonuz var mı?” Ne demek istiyoruz? Yani “İdlib’te başımıza garip, zor işler geldi, şehitler verdik, böyle bir durumla karşılaşmayalım. Ola ki öyle bir durumla karşılaşırsak ne yapacağımızı biliyor muyuz? Yine başka bir iç savaşın içine gidiyoruz.” dedik. Bunun cevabını veremedi bize Çavuşoğlu.

İkinci soru: “Ya, bizden ne istiyor bunlar? Yani tezkere çıkaracağız da ne istiyorlar; tank mı istiyorlar, top mu istiyorlar, uçak mı istiyorlar artık, neyi istiyorlar? Veyahut istediklerini bilelim de siz bunun ne kadarını vereceksiniz? Hepsini verecek misiniz? Yoksa bir kısmını veririz; uçak vermeyiz de İHA veririz; SİHA vermeyiz, top veririz. Şu mektubun bir örneğini versenize.” dedik biz, “Veremem.” dedi. Şimdi “En kötü durum senaryonuz var mı?” cevabı yok; “Mektup var mı?” cevabı yok; “Ben bitirmedim işimi…” Bu sene Komisyonda Dışişleri Bakanlığı bütçesi konuşulurken aynı soruyu Sayın Çavuşoğlu’na sordum, dedim ki: “Bu mektup var mı sahiden? Yoksa o da mı çakma?” Ben bekliyorum ki Çavuşoğlu’ndan “Sayın Erozan -veyahut İYİ PARTİ yetkilileri- biz bunu böyle herkesin önüne veremeyiz ama mahremiyetine uymanız kaydıyla ben size bir örneğini vereyim ama bu lütfen -devletin gizlilik ihtiyaçları vardır- sizde kalsın.” demesini beklerdim, öyle demedi.

O gün, ben 40’dan fazla soru sordum, bugüne kadar bunlardan 9’una cevap verdi, 31 küsuru eksik kaldı. Niye bunu söylüyorum? O gün dedi ki Çavuşoğlu: “Bizim, Ahmet Erozan’ın sorduğu soruları cevaplamamız bir ay alır.” Geriye kaldı 31 soru, iki gün kaldı, iki gün kaldı. Buradan sesleniyorum Çavuşoğlu’na: “Soruların cevabını bekliyorum.” Ama bu mektup meselesine döneyim “Bu mektup nerede?” dediğimizde bize ne cevap verdi biliyor musunuz? -o 9 sorudan bir tanesi o, ona cevap verdi- “Libya sosyal medyasında böyle bir mektuptan söz ediliyor.” dedi. Trajikomik bir durum; ben “Mektup nerede?” diyorum, o bana “Libya sosyal medyasında böyle bir mektubun mevcudiyetinden bahsediliyor.” diyor. Ben o temelde mi alacağım burada şimdi bu tezkereye ilişkin kararımı? Dolayısıyla bunun gayriciddi bir durum olduğunu bilin ve bu durum, maalesef, bizi ister istemez bir açmazla karşı karşıya bırakıyor.

Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin, siyasi hedefi meçhul bir macera filminin oyuncusu olmasına karşı çıktık geçen sefer ve maalesef, bu ortaya çıkan tablo bizi “değerli yalnızlık” ile “onurlu izolasyon” arasına sıkıştırmış durumda. Şimdi, şunun bilinmesini isteriz: Libya’nın geleceğinde ne Ulusal Mutabakat Hükûmeti var ne de Tobruk’taki Temsilciler Meclisi var. Biz, bir sene içinde başka bir Libya’yla karşı karşıya kalacağız yani bugünkü muhataplarımızı bulamayacağız; yeni gelecekler de meçhul bugün. Şimdi, biz bunları söylerken şu vurguyu da yapmaktaydık: Hani İdlib, Suriye, Irak, Afganistan vesairelere ilişkin tezkerelere “evet” derken orada en azından Türkiye’nin güvenliği açısından veya küresel anlamda güvenlik açısından bir terörle mücadele unsuru vardı, Libya’da o da yok; her ne kadar burada “El Kaide, DAEŞ” falan gibi kelimeler sarf ediliyorsa da tezkerede, bunların gerçekle alakası yok; yok orada böyle bir unsur. 2 bin kilometre ötedeyiz… Yani öbür tarafta “Sınırımızın ötesinden füzeler atılıyor.” falan diyorduk da burada öyle bir şey de yok. Yani dolayısıyla doğruları söyleyerek ileriye doğru bakmamızda büyük fayda var.

Biraz evvel tezkere okunurken “ateşkes sağlanamadı” gibi bir cümle vardır. Şimdi, başında sağlanamadı, yılın başında sağlanamadı ama 19 Ocak 2020 tarihinde Berlin’de bir konferans yapıldı bu süreçle ilgili, oraya Sayın Cumhurbaşkanı katıldı; niye erken çıkıp gittiğini bilmiyoruz ama Çavuşoğlu oradaydı, onun sonuçlarını kabullendi. Bitmedi, arkasından şubat ayı içinde Münih’te aynı kararların, 57 maddeden oluşan o kararların takip edilmesi için başka bir toplantı yapıldı Münih’te, oraya Çavuşoğlu da gitti. O kararlardan İrini Operasyonu denilen Roseline A gemisinin başına gelen, vukuata yol açan karar da vardı. Arkasından “5+5” denilen Libya müzakere süreci başladı, bunlar hep tuğla üzerine tuğla eklenerek bugünlere getiren yol haritasından bahsediyorum. Bu arada başsağlığı dileklerimi de söylemem lazım. Biz bu arada -bugün ayrıntısına girmeyeceğim ama- Libya’da şehitler de verdik.

Böylelikle inişli çıkışlı bir güzergâhta ilerleyerek biz yakın tarihimizde iki tarafın yani hem Hafter ve Temsilciler Meclisi tarafının hem Ulusal Mutabakat Hükûmetinin Sirte-Cufra hattında karşı karşıya gelip cephelendikleri bir tabloyla karşılaştık. Birleşmiş Milletlerin araya girmesiyle 23 Ekim tarihinde bir ateşkes sağlandı. İktidar cephesinden -tezkerenin gerekçesinde de yazmıyor- 23 Ekim tarihinde bir ateşkes sağlandığının kelimesinin duymadık biz. Duyulmasın istemedi bunun çünkü duyulmasını sağlarsa veya biz sağlarsak -ki onun için bunu bugün tekrarlıyorum- o zaman herkes rahatlıkla “Ya, bu tezkereye ne ihtiyaç var? Madem ateşkes sağlandı, yola o çerçevede siyasi süreçle devam edilir.” denilebilirdi.

Bu böyle olmadı maalesef ama ne oldu? Ben size ne olduğunu… Berlin toplantısını söyledim, Münih toplantısını söyledim. 3 tane Birleşmiş Milletler kararı var. Ateşkes kararının içinde şöyle hükümler var. “Herkes getirdiği yabancı savaşçıyı alsın, götürsün.” “Herkes” derken Türkiye de var onun içinde. “Herkesin yaptığı askerî iş birliği anlaşmaları askıya alınmıştır.” Var, Türkiye de var onun içinde. “Herkes getirdiği askerî eğitmenleri geri götürsün.” o da var içinde. Bunları yüksek sesle dışarıda konuşmuyorsunuz ama bunlar yazıyor. Bunları yüksek sesle konuşmakta ne sakınca var, şeffaflık değil mi amacımız? Doğruyu bilmezsek nasıl doğru karar alacağız? Şimdi, tezkere dediğimiz zaman ister istemez bu askerî bir konu ama ben size cümleler okuyacağım. Bu cümleler 15 Ocak 2020 tarihi ile 19 Kasım 2020 tarihi arasında Sayın Hulusi Akar ve Sayın Mevlüt Çavuşoğlu tarafından sarf edilmiş cümleler. Tarihlere girmiyorum ama bu dönemi kapsıyor.

Sayın Hulusi Akar: “Biz ateşkesten, barıştan, siyasi çözümden yanayız. Bizim, olayların devamı gibi bir bakış açımız yok. Ateşkesin sağlanmasıyla işe güce bakılmalı.” Yine, Hulusi Akar: “Libyalıların yönetiminde olan ve toprak bütünlüğünü muhafaza eden, bağımsız, egemen bir Libya olduğunu görmek istiyoruz. Libya krizinin çözümünde askerî değil, siyasi çözüm olmalı.” Yine, Hulusi Akar: “Biz ‘Askerî çözüm olmaz.’ diyoruz. Askerî çözüm dursun. Askerî çözüm yerine siyasi çözümden yanayız.” Yine, Hulusi Akar: “Libya’da, hepimizin kabul ettiği gibi, sorunun askerî bir çözümü yoktur.”

Mevlüt Çavuşoğlu: “Bizim, Türkiye olarak tüm gayretlerimiz esasen siyasi çözüme yöneliktir. Bundan sonra Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlerle neler yapacağımızı konuştuk. Biz de Türkiye olarak tek çözümün siyasi çözüm olduğunu vurguladık.” Yine, Çavuşoğlu: “Libya’da tek çözüm, siyasi çözümdür. Başından beri bunu söylüyoruz, bugün de aynı şeyi söylüyoruz. Bugüne kadar askerî çözümü tercih edenler sahada yenilgiye uğradılar…” Çavuşoğlu söylüyor. “Bugüne kadar askerî çözümü tercih edenler sahada yenilgiye uğradılar, başaramadılar, başaramayacaklar.” Kime söylüyor bunu? “Libya’da tek çözüm yolunun siyasi çözüm olduğunu içlerine sindirsinler.” Kim sindirecek? Aynaya bakıp konuşması lazım Çavuşoğlu’nun. “Başka çıkar yolu yoktur. Başka bir yolla da herhangi bir amaca ulaşılamayacaktır.”

Şimdi, bunların hepsini söyledikten sonra, kalan on saniyede şu soruyu da sormak ihtiyacındayım: Bizim, anlaşıldığı kadarıyla, bilmediğimiz sebepler temelinde Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükûmetine karşı bir cömertliğimiz var. Bu cömertliğin garabeti, bu tezkerenin on iki değil, on sekiz ayla ilgili olarak gelmiş olmasıyla da irtibatlıdır.

24 Aralık 2021’de seçimler yapılacak ve tezkere hâlâ geçerli olacak o tarihte. O zaman, ister istemez aklımıza şu geliyor: Acaba iktidar objektif değil, subjektif temellerde almış olduğu bir kararla Libya’nın geleceğine yön verecek o seçimlere de müdahale etmek arayışıyla mı bunu on iki aylık değil de on sekiz aylık getiriyor? Sorusunu sormak durumundayım.

Bu cömertliğin karşılığında bir şey aldık mı? Sorusunu da sormam lazım. Niye soruyorum? Bizim müteahhitlik alacağımız olarak 20 milyar dolar var orada. Paraya ihtiyacımız var mı? “Yok” diyecek parmak kaldırsın. Nerede bu 20 milyar dolar? Madem bu cömertliği yapıyoruz, bunun karşılığını alıyor muyuz?

Bütün bu belirsizlikler çerçevesinde, biz geçen sefer “hayır” dediğimiz tezkereye, bugün “evet” dememizi gerektirecek herhangi bir unsurun yokluğunda, geçen seferki tavrımızı sürdüreceğimizi kayda geçirmek isterim. Hepinizi saygıyla selamlarım.

 

 

 

Exit mobile version